Doç. Dr. Pınar Erkem / EURONEWS
Türkiye ile Yunanistan ilişkileri üzerinde
oluşturulacak bakış açısını, 1821-1830 Yunan bağımsızlık süreci ve sonrasında
Yunanistan’ın Osmanlı devleti karşısındaki genişleme süreciyle başlatmak yanlış
olmayacaktır.
Bu dönemden itibaren, iki ülkenin birbirine bakışı
karşılıklı olarak belirgin bir güvensizlik üzerinde kurgulanmıştır. Kurtuluş
Savaşıyla karşılıklı çarpışmalar seviyesine gelen ilişki, Lozan Anlaşmasıyla
belirli bir statüko kazanmış ve o tarihten itibaren iki ülke arasındaki
ilişkiler siyasi düzlemde inişli çıkışlı olarak devam etmiştir. Atatürk ve
Venizelos’un karşılıklı dostluk ve iş birliğini oturtma çabasının yarattığı
olumlu hava, 1960 sonrasında Kıbrıs’ta yaşanan etnik çatışmayla tekrar
gerilmiştir.
İlişkilerin
tekrar gerilmesinin arkasında yatan birikim ise, Doğu Akdeniz sorunuyla
başlayan ve Ege Denizi sorunlarıyla devam eden bir süreçtir.
1970’lerle gündeme oturan Ege Denizi uyuşmazlıkları
halen sürmekle beraber, 1996 yılındaki Kardak Krizi iki ülke arasındaki
gerginliğin zirve noktasını oluşturmuştur. İkisi de NATO üyesi olan Türkiye ve
Yunanistan, bu krizle savaşın eşiğine gelmişlerdir. Soğuk Savaşta olduğu gibi,
krizin en yüksek noktaya ulaşmasından sonra yumuşama dönemine geçilmiş;
Dışişleri Bakanları Cem ve Papandreou’nun isimleriyle anılan yumuşama dönemi
günümüzde yaşanan krize kadar sürmüştür. Söz konusu yumuşama Türkiye’de “deprem
diplomasisi” olarak anılsa da, sadece iki ülkenin yaşadığı trajik deprem
hadiseleri nedeniyle yaşanan bir dönem değil, bundan öncesine dayanan ve
dışişlerinin bakanlarının önderliğinde bir “yeniden ilişki kurma” çabasının
ürünüdür. İlişkilerin tekrar gerilmesinin arkasında yatan birikim ise, Doğu Akdeniz sorunuyla
başlayan ve Ege denizi sorunlarıyla devam eden bir süreçtir.
Doğu
Akdeniz’deki enerji uyuşmazlığı Kıbrıs açısından ele alınmalı
Bu son derece kısa tarihsel anımsamanın bize
gösterdiği, ilişkilerin sürekli düşmanlık ve çatışma ekseninde değil, inişli
çıkışlı bir şekilde ilerliyor oluşu. İki ülke arasındaki en büyük sorun halen
Kıbrıs anlaşmazlığı; bugün yaşanan Doğu Akdeniz’deki enerji uyuşmazlığı da bu
çerçevede ele alınmalı. Bunun yanında iki ülke arasındaki sorunların
çözül(e)memiş olması veya farklı algılanışı, özellikle Ege denizindeki çakışan
egemenlik sorunlarının sürmesinin temel nedeni.
Bu anlaşmazlıklar konusunda iki taraf da kendini
haklı görmekte ve bu haklılığı ispat etmek için bu sorunların kendi lehine
olabilecek çözüm mekanizmaları tarafından çözülmesini talep etmekteler. Hiç de
yeni olmayan bu sorunların bugün tekrar gündemimize oturmasının arkasında,
Yunanistan’ın Türkiye’nin diplomasi boyutunun ve uluslararası siyasi konumunun
zayıflığından yararlanarak durumu kendi lehine çevirme çabası olduğu
söylenebilir. Güney Kıbrıs’ın geçtiğimiz yıllarda İsrail, Mısır ve
Lübnan ile yaptığı anlaşmalar da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu adımların
Türkiye tarafından kendisine karşı bir bloklaşma olarak algılanması ve Doğu
Akdeniz’de kendisini bir “çevrelenme” içinde hissetmesi de ilişkileri olumsuz
etkileyen bir başka faktör olmuştur. Fransa’nın da bu çerçeveye girerek
Türkiye’yi açıkça ötekileştiren bir tavır takınması ile ilişkilerin gerilmesi
de benzer şekilde Türkiye’nin uluslararası siyasette, özellikle de,
Yunanistan’ın da üye olduğu, AB ile ilişkilerinde olumsuz bir etki olmuştur.
Yunanistan’ın
bu çabalarına karşı Türkiye’nin seçimleri neler olabilir?
Böylesine bir analiz için öncelikle Türkiye
açısından mevcut anlaşmazlığın niteliğini anlamlandırmak oldukça önemli. Hiçbir
dış politika sorununu küresel konjonktürden ve Türkiye’nin uluslararası siyasetteki
konumundan bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Türkiye’nin siyasi durumu,
diğer ülkelerle ilişkileri, anlaşmazlıkları, yumuşak gücünün etkisi gibi pek
çok faktör, komşu ülkelerle ilişkilerini de belirliyor. Uluslararası aktörlerin
veya büyük güçlerin Türkiye’yle ilişkilerinin çatışmalı olduğu dönemlerde,
Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı iddialarını tekrar seslendirilmesi de
beklenmedik bir gelişme değil.
Dış politikanın istikrar isteyen ve uzun vadeli bir
politika alanı olduğu unutulmamalı. Bu nedenle maceracı bir dış politika
izlemek yerine, Türkiye’nin sahip olduğu nitelikli ve tecrübeli diplomatlara
güvenilmesi Ege deniziyle ilgili uyuşmazlıklara dair izlenecek yolun
belirlenmesinde önemli olacaktır. Türkiye’nin mevcut uyuşmazlıklarla ilgili
hukuki düzenlemelere ve diğer ülkelerdeki uygulamalara vakıf olan pek çok
nitelikli diplomatı bulunmakta. Türkiye’nin haklı pozisyonu, sağlam
temellendirilmiş şekilde ve doğru uluslararası mecralarda ısrarla ve devamlı
şekilde ifade edilmeli. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de askeri varlığı vasıtasıyla
uyguladığı güç projeksiyonu ve sadece Ege’de Yunanistan’a değil, kendine karşı
Doğu Akdeniz’de oluşan bloklaşmaya “Mavi Vatan” stratejisi ile gösterdiği
kararlılık, kendi etki alanındaki hâkimiyetini gözler önüne sermesi açısından
gerekli bir hamle olmakla beraber, şu an görüşmelere
oturmuş olması da bunu tamamlar nitelikte bir hamle olarak görülmeli.
Uluslararası siyaset, askeri ve diplomatik çeşitli
araçlardan oluşur. Bunların arasında savaş ve barış iki ayrı uç olarak
görülecek olursa, ikisi arasındaki çeşitli ilişki kurma araçları mevcuttur ve
ülkeler bunları kullanarak hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Türkiye de Yunanistan
da farklı araçları kullanarak hem ilişkilerini devam ettiriyorlarken, hem de
konumlarını güçlendirmeye çalışmaktalar. Sert gücü kullanabilme iradesini
göstererek Türkiye neyi, nereye kadar kabul edebileceğini hem Yunanistan’a hem
dünyaya ifade etmiş oldu. Şimdi müzakere masasına oturarak çizilmiş olan bu
sınırların içerisinde taraflar uzlaşı arayacaklar. Yunanistan’ın bir yandan
müzakere çağrısı yaparak yumuşama talep etmesi, diğer yandan ise askeri açıdan
güçlenme çalışmaları yapması veya askerliği uzatması Türkiye’nin güç
projeksiyonunu dengeleme kapsamında değerlendirilebilir.
"Yunanistan’a
karşı Rusya’yı dengeleyici görmek de bir hata olacaktır"
Türkiye’nin Yunanistan’la olan ilişkilerinde AB
üyeliğinden doğan bir asimetri mevcut. Bir yandan Yunanistan Türkiye’nin AB
üyeliğini 1999’da gördüğümüz gibi destekliyor, diğer yandan Türkiye AB’yle iyi
ilişkiler için Yunanistan’la sorunlarını halletmek zorunda.
Türkiye-Yunanistan-AB üçgeninde Türkiye AB’ye üye olmadığı için ne yazık ki
dezavantajlı konumda. Bunun yanında, Yunanistan’la ilişkilerinde Türkiye’nin
askeri üstünlüğüne güvenerek hareket ettiği Soğuk Savaş dengeleri de artık
geçerli değil; Türkiye askeri anlamda ne kadar üstün olsa da bahsettiğimiz dış
dengeler bu gücü kullanmasına engel olabilir. O nedenle diplomasinin ve
uluslararası ilişkilerin önemi ortada. Yunanistan’a karşı Rusya’yı bir
dengeleyici görmek de bir hata olacaktır, bu iki ülkenin aralarındaki iş
birliği tarihsel ve kültürel olarak daha güçlü. Bu nedenle, ikili ilişkilerin
geliştirilmesi yönünde atılacak her adımın önemli olmasının yanında dikkat
edilmesi gereken birkaç konu şunlar; ne Rusya’nın, ne de AB’nin veya ABD’nin
ikili ilişkilere arabulucu mahiyetinde müdahil olmaması gerekir. Zira özellikle
bu son iki aktör nezdinde Yunanistan daha etkili, bunda Türkiye’nin lobicilik
faaliyetlerindeki eksikliği göze çarpmakta. O nedenle ilişkilerin sadece iki
ülke arasında yürütülmesi Türkiye açısından daha olumlu sonuçlar verecektir.
Türkiye’nin iç politikası Yunanistan’da çok yakından
takip ediliyor. Bu nedenle iç politikaya yönelik siyasi söylemlerde
Yunanistan’ı ötekileştirici dil kullanmak, iki ülke ilişkilerine zarar verici
bir durum oluşturmakta. Türkiye’nin ‘büyük komşu’ olduğu aşikâr; coğrafi olarak
da, nüfus olarak da, askeri, ekonomik, siyasi güç olarak komşu Yunanistan’a
göre asimetrik bir durum söz konusu. Bu durum Yunanistan’ın Osmanlı yönetimine
dair negatif hatıralarıyla da birleşince, bir güvenlik ihtiyacı ve her an
korunmaya geçmeye hazır olma durumu mevcut. Türkiye ise Yunanistan’ın
Osmanlı’dan ayrılmasından itibaren var olan bir ihanete uğrama hissi ile
birleşen güvensizlik söz konusu. Bu güvensizlikler değiştirilemez değil;
Atatürk döneminde de, İsmail Cem döneminde de ilişkiler yapıcı bir şekilde inşa
edildi ve bu iki ülkenin de yararına oldu. Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde
yalnızlaştığı şu dönemde, Yunanistan ile sorunları çözerek yine bir yumuşama
dönemi yaşanmasının iki ülkenin de çıkarına olacaktır.
"Sivil
siyasetin rasyonalitesi iş birliği ve diyaloga yakınken, askeri yaklaşımın
rasyonalitesi her zaman çatışmacı bir mantıktadır; nihayetinde askerin işi
savaşmak, siyasetin işi barış yapmaktır."
Bunu yaparken iki ülkenin ekonomik iş birliğinin
turizmin ötesindeki alanlarda geliştirilmesi faydalı olacaktır; buradan başlayan
iş birliğinin diğer alanlarda devam etmesi Almanya-Fransa ilişkileri örneğinde
olduğu gibi bir kartopu etkisi yaratabilir. Karşılıklı diyalogun artırılması ve
siyasi ilişkilerin askeri perspektiften uzak şekilde ilerlemesi de çok önemli.
Sivil siyasetin rasyonalitesi iş birliği ve diyaloga yakınken, askeri
yaklaşımın rasyonalitesi her zaman çatışmacı bir mantıktadır; nihayetinde
askerin işi savaşmak, siyasetin işi barış yapmaktır. O nedenle Yunanistan’la
ilişkilerin yönetilmesinde rolün siyasilerde olması, ilişkilerin barışçıl
şekilde ilerlemesi açısından önemli. Gerek Doğu Akdeniz’deki sorunlarda, gerek
Ege denizinde, ilk şık olarak askeri müdahale seçeneği yerine uluslararası
toplumu yanına çekecek, uluslararası hukuka uygun adımların neler olduğu değerlendirilmeli.
Son olarak; özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan
sorunun odağında, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin ve hatta Türkiye-AB
ilişkilerinin önemli unsuru olan Kıbrıs çatışması yatıyor. KKTC’nin
uluslararası tanınırlığının olmaması Türkiye açısından en büyük sorun. Fakat
tanınma sağlanamadığı gibi, KKTC toprakları halen Türkiye’nin işgali altında
olarak kabul ediliyor. Bu durum değişmediği sürece Kıbrıslı Türklerin
izolasyonu süreceği gibi Türkiye’nin siyasi anlamda eli de zayıf kalacak. Öte
yandan, Kıbrıslı Rumların BM çerçevesinde süren görüşmelere katılsa da çözüme
bir türlü yanaşmamaları gerçeği de ortada. Var olan statüko Rumların lehine
olduğu sürece de bir anlaşma beklemek hayalcilik olacaktır. Bu bağlamda,
Türkiye için en zor olan sorun Kıbrıslı Türklerin bağımsız siyasi
egemenliklerinin uluslararası topluma tanıtılması veya en azından Kıbrıs
sorununun çözülmesi için uluslararası aktörlerin harekete geçirilmesi
konusundadır. Türkiye’nin aktif ve barışçıl bir çoktaraflı diplomasiyle bir an
önce bu konuyu yeniden gündeme getirmesi hem Kıbrıslı Türklerin hem de
Türkiye’nin çıkarınadır.
*Doç. Dr. Pınar Erkem, 2008'den bu yana İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümününde öğretim görevlisidir. Uluslararası İlişkiler lisans eğitimini 9 Eylül Üniversitesi'nde, yüksek lisans eğitimini ise Vrije Üniversitesi'nde alan Erkem, 2014'te İstanbul Üniversitesi'nde doktorasını tamamlamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder