27 Ocak 2021 Çarşamba

Uluslararası Holokost gününde tarihte Balkanlarda yaşananlar ile Bosna Hersek ve Arnavutluk’taki Müslüman kurtarıcıları anmak…

Bugün uluslararası ‘HOLOKOST’ günü. Bilmeyenler için anlamını ve tarihte Bosna Hersek’te bu çerçevede gerçekleşmiş bir kurtarma öyküsünü aktaralım. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1 Kasım 2005 tarihli kararıyla, 27 Ocak gününü “Uluslararası Holokost’u Anma Günü” olarak kabul etmiştir. Bu nedenle Nazi rejimi ve işbirlikçilerinin sistematik bir biçimde vahşice katlettiği 6 milyon Yahudi ile Romanlar ve engelliler başta olmak üzere 11 milyon Holokost kurbanı bu vesile ile dünyanın pek çok yerinde düzenlenen çeşitli etkinlikler ile anılır. Biz de Şalom gazetesinden alıntı ile Balkanlar özelinde Bosna Hesrsek’in başkenti Saraybosna’da ve Arnavutluk'ta yaşanan katliam girişimleri ile mağdurlara bu vahşetten kaçmaları için yardım eli uzatan Müslümanların öykülerini tarihe kayıt düşme adına aktarıyoruz.

Mustafa ve Zejneba Hardaga, İzet ve Bahrija Hardaga ile Ahmet Sadık´ın cesaret dolu Yahudileri kurtarma hikayeleri herkes tarafından bilinmeli…

Nisan 1941’de Almanların Yugoslavya’yı işgalinden sonra ülke Almanya ve müttefikleri arasında bölündü. Hırvatistan ve Bosna Hersek bölgeleri, faşist Ustasa hareketi tarafından yönetilen kukla bir devlet-sözde Bağımsız Hırvatistan Devleti-altında birleştirildi. Ustasa derhal ‘Hırvatistan’ı yabancı unsurlardan temizlemek için’ bir kampanya ile Sırpları, Yahudileri ve Çingeneleri sistematik olarak öldüren bir terör saltanatı başlattı. Yahudilerin kamplarda toplanması Haziran 1941’de başladı. Saraybosnalı Yahudilerin toplanması Ağustos 1941’den 1942’nin başına kadar devam etti. Erkekler Jasenovac’a gönderildi -sadece birkaçı canlı olarak geri döndü- kadınlar ile çocuklar Ağustos 1942’de Auschwitz’e gönderildi. Ayrıca Lobograd adlı iki kampta ve birçok kişinin salgın hastalıklardan öldüğü veya diğer kamplara gönderildiği Djakovo’da hayatlarını kaybettiler. Savaştan önceki 14 bin Bosna Yahudi’sinin, 12 bini katledildi.

1941 Nisan’ında Almanlar Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Saraybosna havadan bombalandı. Cavilio Ailesinin evi yıkıldı. Bombalama başladığında tepelere kaçtılar, artık evleri yoktu. Kendilerine ait fabrikaya gittiklerinde fabrika binasının sahibi, Müslüman Mustafa Hardaga ile karşılaştılar. Ona durumlarını anlattıkları zaman Mustafa kendi evinde kalmalarını önerdi.

Hardaga Ailesi

Hardagalar, İslam dininin bütün gereklerini yerine getiren çok dindar bir aileydi. Hane halkı, Mustafa ve eşi Zejneba ile kardeşi İzet Hardaga ve eşi Bahrija’dan oluşuyordu. Müslüman geleneklerine göre kadınların peçe takmaları ve yüzlerini yabancıların yanında örtmeleri gerekiyordu. Yabancı bir erkeğin onların evinde ağırlanması sıra dışı bir şeydi. Ancak Zejneba’nın yıllar sonra anlattığı gibi, eşleri Cavilios’ları memnuniyetle karşıladı ve onlara ailesinin bir parçası olduklarını belirtti; “Evimiz sizin evinizdir” dedi. Onların bundan emin olmaları için, evin kadınları, ailelerinin özel bir üyesi olduğundan Josef Cavilio’nun yanındayken yüzlerini kapatmıyorlardı.

Cavilio Ailesi, Hardaga’ların yanında kısa bir süre kaldılar. Josef Cavilio, Yahudilerin nispeten güvende olduğu, İtalyan kontrolü altındaki bir alana, Mostar’a karısını ve çocuklarını taşıdı. Cavilio, işini tasfiye etmek için geride kaldı. Sonunda Ustasa tarafından tutuklandı ve hapsedildi. Şiddetli kar yağışı nedeniyle tutsaklar Saraybosna’dan, Hırvatların Sırpları, Yahudileri ve Çingeneleri sistematik bir şekilde öldürdüğü Srezil Jasenovac Kampına transfer edilemediler. Bunun yerine mahkûmlar, yoldan karları temizlemek için bacakları zincirli olarak tutuklandı. İşte Zejneba, Josef Cavilio’yu bu sokakta zincirlenmiş olarak gördü. Cavilio daha sonra sokağın köşesinde durmuş, yaşlı gözlerle onu izleyen peçeli Zejneba’nın ona baktığını fark etti. Tehlikeye rağmen onu gözleriyle takip ediyordu.

Josef Cavilio sonunda Hırvatların elinden kaçmayı başardı ve yine Hardaga’ların evine sığındı. Aile onu sıcak bir şekilde karşıladı ve onu sağlığına kavuşturdu. Gestapo karargâhı yakındaydı ve tehlike çok büyüktü. Josef’in ifadesine göre, Sırpları ve Yahudileri gizleyenlerin ölüm cezasına çarptırılacakları yazılı duvar ilanları her tarafa yapıştırılmıştı. Hardaga’ların hayatını tehlikeye sokmak istemeyen Josef Cavilio, Mostar’a kaçmaya ve ailesine katılmaya karar verdi.

Eylül 1943’ten sonra, İtalyan bölgeleri Alman işgali altına girdiğinde, Cavilio Ailesi bir kez daha taşınmak zorunda kaldı. Dağlara kaçtılar ve partizanlara katıldılar. Savaştan sonra Saraybosna’ya geri döndüler. Bir süre daha, ev bulana kadar yine Hardaga’larda kaldılar. Hardaga Ailesi, ayrıca Cavilio Ailesinin güvenlik için onlara emanet ettikleri mücevherleri de iade ettiler.

İşte o zaman Zejneba’nın babası Ahmed Sadık’ın evinde de Papo Ailesinin gizlendiğini öğrendiler. Ama Papo’lar hayatta kalamadı. Jasenovac’ta yakalandı ve öldürüldü.

Cavilio Ailesi daha sonra İsrail’e göç etti. 1984’te Yad Vaşem Soykırım Müzesinden, Hardaga Ailesi ve Ahmed Sadık’ın ‘Uluslararası Dürüst’ olarak tanınmasını istediler. Bir yıl sonra Zejneba, ailesinin adına bir ağaç dikmek üzere İsrail’e geldi.

Hardagalar İsrail’de

Holokost’tan 50 yıl sonra, 1994’te Saraybosna Sırp kuvvetlerinin saldırısına uğradığında, Zejneba ve ailesi büyük sıkıntı içindeydi. Ortak Dağıtım Komitesinin (Joint) yardımıyla Yad Vaşem, Bosna Cumhurbaşkanına Zejneba ve ailesinin İsrail’e gelmesine izin vermesi için çağrıda bulundu. Şubat 1994’te, Zejneba kızı, damadı ve torunu ile birlikte İsrail’e geldi. Havaalanında, hükümet yetkilileri, Yad Vaşem ve Cavilio ailesinin temsilcileri tarafından karşılandılar. Hardaga’lar, Yahudi tarihinin en karanlık döneminde Yahudi bir aileyi barındırmıştı. Borcu geri ödeyen ve sıkıntılı zamanlarda bu sefer de Hardaga Ailesine yardım eden İsrail Devletiydi.

Muhtemelen bu derin bağ, Zejneba’nın kızı Sarah Pecanac ve ailesini, Yahudi dinine dönmeye teşvik etti. Sarah, “Yahudi olmak istemem çok doğal. Bu insanlara ait olmak benim için bir onurdur” demekte. Ailesinin öyküsünün sergilendiği, ailesi hakkındaki dosyanın ‘Uluslararası Dürüst’ arşivinde tutulduğu ve adlarına bir ağacın dikildiği Yad Vashem için çalışmaya başladığında, yeni bir yaşama adım attı. Ailesinin cesareti ile insanlığın onuruna daha derin duygularla bağlandı.

29 Ocak 1984’te,Yad Vaşem, Mustafa ve Zejneba Hardaga, İzet ve Bahrija Hardaga ve Ahmed Sadık’ı ‘Uluslararası Dürüst’ unvanı ile onurlandırdı.

Josef Cavilio anlatıyor…

Nisan 1941’de Yugoslavya Almanya’nın saldırısına uğradığında, düşman uçakları memleketim Saraybosna’yı bombaladı. Kasabanın çevresindeki dağlık ormanlarda bir sığınak bulduk ve akşam olunca geri döndük. Üçüncü kattaki dairemizin kötü bir şekilde vurulduğunu gördük. Geceyi iş yerimde geçirmeye karar verdik. Fabrika yolunda, fabrika binasının sahibi Mustafa Hardaga ile tanıştık. Evimizin bir bombayla yıkıldığını öğrenince, kendi evinde kalmamız için yalvardı.

Hardaga Ailesi hali vakti yerinde ve geleneksel bir Müslüman aile idi. Ailenin kadınları, yabancıların yanında yüzlerini bir örtüyle gizlerdi. Daha önce evlerinde hiç yabancı bir erkek kalmamıştı. Bizi şu sözlerle karşıladılar: “Josef sen bizim kardeşimizsin, Rivka kız kardeşimiz ve çocuklarınız bizim çocuklarımız gibidir. Evinizde gibi hissedin ve sahip olduğumuz her şey de sizindir.”

Almanlar Saraybosna’yı işgal ettiğinde, Ustasa antisemit bir kampanya yürüttü. Hardaga’ların evinin yakınındaki büyük sinagog vahşi kitleler tarafından yağmalandı. 400 yıllık Tevrat Parşömenleri ateşe verildi. Ev sahiplerimizin evinde, perdenin arkasında gizlenmiş şekilde bu korkunç manzarayı izledim. Ev halkı bize daha da sıcak ve şefkatli davranmaya başladılar. Hardaga Ailesini tehlikeye attığımızı biliyordum. O yüzden ailemi, Yahudilerin nispeten daha iyi korunduğu ve İtalyanların işgalindeki bölge olan Mostar’a taşımanın yollarını araştırmaya başladım. Eşim ve çocuklarım, sahte evraklarla, kendi ailesi gibi amca rolüne giren bir aile dostu tarafından Mostar’a götürüldüler.

Bu arada yetkililer, işimi bir işbirlikçi olan eski muhasebecim Eterle’ye devretme emri verdi. Fabrikam, su ve kanalizasyon tesisatları için borular üretiyordu. Tüm Bosna-Hersek’te bu konudaki tek fabrikaydı. Bir sabah fabrikama gittiğimde birinin iki makineyi bozduğunu fark ettim. Bay Eterle beni suçladı ve beni teslim etmeye karar verdiğini söyledi. Fabrikanın yakınındaki Hardaga’ların evinin dışında gizleneceğim bir yer aramaya başladım. Hava karardığında, eski bir dost olan Yüzbaşı Radovitz’in sorumlu olduğu askeri hastaneye gittim ve ondan beni saklamasını istedim. Sayesinde beni Jasenovak Kampına gönderemediler. Hasta bir mahkûm olarak her sabah beni karı temizlemek için dışarı çıkarıyorlardı. Ayaklarımızdan zincirlerle bağlıydık. Bir gün yüzü peçeli, yan tarafta duran ve ağlayan bir kadın gördüm. Onun koruyucum Mustafa’nın karısı Zejneba olduğunu anlamıştım. O günden itibaren, hapsedildiğim bir ay boyunca Zejneba veya eltisi Bahrija bana ve diğer birçok aç insanı doyurmaya yetecek kadar yiyecek getirdiler.

Bir gece başka bir mahkûmla birlikte kaçmaya karar verdik, ancak yakalandık ve ölüm cezasına çarptırıldık. Sekiz mahkûmla birlikte, Saraybosna’dan yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki Pale’ye nakledildik. Partizanların aktif olduğu, su ve kanalizasyon borularını tahrip ettikleri bir alandı. Hasarı düzeltmemiz istendi. Ustasa muhafızları bize yemek vermiyorlardı. Ot ve salyangoz yiyerek karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Bu gardiyanlardan biri, Hardaga Ailesine benim nerede olduğumu söyledi. İki hafta sonra, çok çalıştığımızdan ve neredeyse hep aç olduğumuz için artık hepimiz zayıflıktan sürünürken, bize yiyecek paketleri göndermeyi başardılar. Hardaga’ların cesareti hepimize faydalı oldu ve devam edebilmemiz için bize güç verdi. Bu yere vardığımızdan iki ay sonra, düzenli ordudan Yüzbaşı Reichmann yanımıza gelerek kilit altında tutulduğumuz barakanın kapısını açık bırakacağını söyledi. Anlamıştık ve kaçtık. Hepimiz farklı yönlere koştuk. Bölgeyi iyi tanıdığım için, ormanlık bir yoldan Saraybosna’ya dönmeye karar verdim. Sabah şafaktan önce Hardaga’ların kapısını çaldım. Sürgün yerime yiyecek getirerek aldıkları tüm risklerden sonra, onlara güvenebileceğimi çok iyi biliyordum. Çok mutlu oldular, gözyaşları ve kahkahalarla beni kucakladılar. Aileme para gönderdiklerini anlattılar, aylar sonra ilk defa orada deliksiz olarak uyudum.

Ertesi sabah Zejneba’nın babasıyla tanıştım ve bana iki ay önce çok yakın arkadaşlarım olan Papo Ailesini sakladığını ve onları iki ay önce İtalyan bölgesine taşımayı başardığını anlattı.

Ev sahiplerimin evinde ilk günler dinlendim, yemek yedim ve iyileşmeye başladım. Geceleri, mahalledeki Gestapo mahzenlerinde tutulan komünist mahkûmların çığlıklarını duyuyorduk. Neler olduğunu fark etmeye başladım. Duvarlar, insanları Yahudileri ve komünistleri evlerinde barındırmamaları konusunda uyaran duyurularla kaplıydı. Cezası ölümdü. Yine korktum, harekete geçmem ve artık Yahudilerin kalmadığı yerden çıkmam gerektiğini biliyordum. Ev sahiplerim beni olabildiğince rahat ettirmek için ellerinden geleni yaptılar, ancak kalırsam aileye felaket getireceğimi hissediyordum. Tanıdıklarımdan birine gittim. O, ailemle yeniden birleşmeme yardım etti.

Savaştan sonra Saraybosna’ya döndük ve Hardaga Ailesi bizi sevinçle karşıladı. Evlerinde bıraktığımız mücevherler hala onları paketlediğimiz kutudaydı. Zejneba’nın babası Ahmed Sadık’ın gizlediği Papo Ailesinin, Ustasa tarafından vuruldukları haberini alınca bütün sevincimiz yok oldu.

1948’de İsrail Devletinin kurulmasından kısa bir süre sonra İsrail’e göç ettik.

---------------------------------------------------

Arnavutluk’taki Müslüman kurtarıcılar

1934’te ABD’nin Arnavutluk Büyükelçisi Herman Bernstein şunları yazmıştı: “Arnavutluk’ta Yahudilere karşı herhangi bir ayrımcılık yapıldığına dair bir iz yok, çünkü günümüzde ülke üç inanca bölünmesine rağmen, dini önyargı ve nefretin olmadığı Avrupa’daki ender topraklardan biri.” Bu yazı kahraman Veseli ailesi; Vesel, Fatima ve çocukları Refik, Hamit, Kemal ile Ali Sheqer Pashkaj’ın öyküsü…

Mandil ailesi, Moshe’nin çok ünlü bir fotoğrafçı olduğu Yugoslavya’dan geldi. Almanlar, Nisan 1941’de Yugoslavya’yı işgal ettiğinde, aile Yahudilerin göreceli olarak korunduğu, İtalyan kontrolündeki Kosova eyaletine kaçtı. 1942 yazının sonlarına doğru kaçaklar, nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu, İtalya’nın kontrol ettiği bölgeye, Arnavutluk’un daha içlerine doğru taşındı. Moshe ve Ela Mandil, çocukları Gavra ve İrena ile Tiran’a taşındılar. Fotoğrafçılık yapmak üzere dükkân ararken, Mandil eski çıraklarından Neshed Prizerini’nin sahibi olduğu bir dükkânı buldu. Prizerini Mandil’e yalnızca çalışma teklifinde bulunmakla kalmadı, aynı zamanda aileyi evinde kalmaya davet etti.

Fotoğrafçı Moshe Mandil, annesinin köyü Kuja’dan fotoğrafçılığı öğrenmesi için gönderdiği, Prizerini’nin 17 yaşındaki çırağı Refik Veseli ile dükkânda tanıştı. Almanların, Arnavutluk’u işgalinden sonra, durum Yahudiler için tehlikeli hale geldi. Refik Veseli, Mandillerin, kendi ailesinin dağlardaki evine kaçmalarını önerdi. Veseli ve Mandiller, kayalık arazide katırlarla uzun bir yolculuğa çıktılar. Alman ordusuna yakalanmamak için, yan yollarda yolculuk ediyorlardı. Geceleri yolculuk yapıyor, gündüzleri dağlardaki mağaralarda saklanıyorlardı.

Kuja köyüne vardıkları zaman, Moshe ve eşi Ela ahırın üzerindeki küçük bir odada gizlenirken, çocuklar Veselilerin evinde sanki onların çocuklarıyla kardeşlermiş gibi yaşıyorlardı. Refik’in erkek kardeşi Kemal, gelişlerinden bir süre sonra, Tiran’dan Ruzhica, Yosef Ben Yosef ve Yosef’in Finica adlı kız kardeşini getirdi. Böylece evde iki Yahudi aile olarak gizlenmeye başladı. Mandiller ve Ben Yosefler; birlikte, 1944’te ülke Almanlardan temizlenene kadar, o dağ köyünde saklanıp hayatta kalabildiler. Savaşın sonuna doğru bölgedeki askeri faaliyet yoğunlaşmıştı. Almanlar partizanlarla savaşmaya başlayınca köy bombalandı ve aramalar yapıldı. Fakat Veselilerin gizlediği Yahudi ailelerini ele geçiremediler.

Savaş sonrası

Savaştan sonra Mandiller Yugoslavya’ya döndüklerinde, aile Novi Sad’da yaşamaya başladı. Moshe yeniden bir fotoğrafçı dükkânı açtı. Refik Veseli’yi oraya hem kendileriyle birlikte yaşamaya hem de fotoğrafçı olarak eğitimine devam edebilmesi için davet ettiler. Veseli, Mandiller daha sonra İsrail’e göç edene değin onlarla yaşamaya devam etti. Daha sonra aralarındaki mesafeye rağmen temaslarını asla kaybetmediler.

1987’de Gavra Mandil, Yad Vaşem’e bir mektup yazarak ailesinin Holokost hikayesini anlattı. Arnavut halkına ve özellikle kurtarıcılarına bir borç olarak bir meblağ ödenmesini rica etti. Mektubunda, Arnavutluk’ta hayatta kalan bütün Yahudiler adına bir yükümlülük hissettiğini yazıyordu. “Goethe ve Schiller mirası hakkında eğitim almamış olabilirler, ancak en doğal ve anlaşılır şekilde, insan yaşamına büyük önem verdiler” diye yazdı. Arnavutlar tarafından, zulüm gören Yahudilere yapılan olağanüstü yardım, bir şeref sembolü olan ‘Besa’ sayesinde yapıldı. ‘Besa’ kelimenin tam anlamıyla ‘sözünü tutmak’ anlamına geliyor. Besa’ya göre hareket eden biri, sözünü tutan, güvenebilecek biridir. Bu sembol, Arnavutların yorumladığı gibi, Müslüman inancından kaynaklanıyordu.

23 Aralık 1987’de, Kudüs’teki Holokost Müzesi Yad Vaşem, Vesel ve Fatima Veseli ile oğulları Refik Veseli’yi, ‘Uluslararası Dürüst’ unvanı ile onurlandırdı. Yad Vaşem tarafından tanınan ilk Arnavutlar onlardı. Gavra Mandil, Arnavutluk Devlet Başkanı’na yazdığı bir mektupta, çok sert bir idareye sahip ve Stalinist Komünist bir ülke olmasından ötürü, Refik Veseli ve karısının İsrail’e seyahat edebilmeleri ve Yad Vaşem’de, onlar için yapılacak olan törene katılabilmeleri için özel izin talep etti. Mektubunda, “Tehlike ve ölümün etrafta olduğu o günlerde, küçük ve cesur Arnavut halkı büyüklüklerini kanıtladı. Hiçbir sıkıntı yaşamadan ve karşılığında hiçbir şey istemeden, Arnavut halkı temel insanlık görevini yerine getirdi. Yahudi mültecilerin hayatını kurtardı” diye yazdı. Gavra mektubuna babasının, Arnavutluk Cumhurbaşkanı Enver Hoca’yı gösteren, 28 Kasım 1944’te zafer geçit töreni sırasında çektiği resimleri de ekledi.

Refik Veseli ve eşine seyahat izni verildi ve Yad Vaşem’de onurlarına yapılan törene katıldılar.

23 Mayıs 2004 tarihinde, Yad Vaşem, Hamid ve Kemal Veseli’yi de ‘Uluslararası Dürüst’ unvanı ile onurlandırdılar.

ALİ SHEQER PASHKAJ: Holokost sırasında bir Yahudi’yi kurtaran şerefli Müslüman Arnavut

“Benim babam neden hayatını ve tüm köyünü tehlikeye atarak, bir yabancıyı kurtardı? Babam dindar bir Müslüman’dı. Bir hayat kurtaranın, cennete gireceğine inanıyordu.”

Bu hikâyeyi artık hayatta olmayan Ali Sheqer Pashkaj’ın oğlu, Enver Alia Sheqer anlatıyor:

“Bizim esas evimiz Puke’de. Babamın gıda maddeleri sattığı büyük bir mağazası vardı. Çevredeki en çeşitli gıda maddeleri satan dükkân onunki idi. Bir gün 19 Arnavut mahkûm ağır çalışma cezası alarak dağlara götürülürken, kamyona bindirilen mahkûmlar arasında bir de Yahudi genç vardı. Naziler onu da infaz etmek üzere kamyona bindirmişlerdi. Babam mükemmel Almanca konuşurdu. Kafasında bir plan tasarladı. Nazilerle Almanca konuşarak onları dükkânına davet etti ve yiyecekler eşliğinde şarap ikram etti. Nazi subayları sarhoş olana kadar, onlara şarap vermeye devam etti.

Bu arada bir kavun keserek içine bir not yazdı ve Yahudi gence verdi. Notta, ormandan geçerlerken kamyondan atlamasını ve ormanda saklanmasını, daha sonra kendisinin onu ormanda bulup, emin bir yerde saklayacağını yazıyordu. Naziler babamla vedalaştılar, fakat birkaç saat sonra öfkeyle geri geldi. Babamı sorguluyor ve Yahudi’yi nereye gizlediğini soruyorlardı. Babam devamlı aynı yanıtları veriyordu: ‘Ben masumum, kimseyi saklamadım.’ Onu bir duvarın önüne getirdiler, öldürmekle tehdit ediyorlardı. Tam dört kere başına tabancayı dayadılar. Babam kararlılıkla hiçbir şey söylemedi. Nazi subayları sonunda pes etti ve araçlarına binip gittiler.

Babam daha sonra ormana gitti ve Yahudi genci alarak bizim eve getirdi. O’nu savaş bitene kadar iki yıl boyunca gizledi ve yaşamasını sağladı. Köyümüzde 30 aile vardı, ama hiç kimse babamın bir Yahudi’yi sakladığını bilmiyordu. Yahudi delikanlının adı Yeoshua Baruchowiç idi. Yeoshua hala hayatta; bir diş hekimi ve Meksika’da yaşıyor.”

18 Mart 2002’de Yad Vaşem, Ali Sheqer Paşkaj’ı, ‘Uluslararası Dürüst’ unvanı ile onurlandırdı.

Arnavutların BESA geleneği

Mültecileri kurtarmaya Arnavut geleneğinde ‘BESA’ deniliyor. Daha çok ‘şeref sözü’ anlamında kullanılan bu kelime, aynı zamanda yardım isteyene el uzatma, konuk etme geleneğini ifade ediyor.

Bu gelenek 15. yüzyılda hüküm süren Arnavut lideri Leka Dukagin tarafından Kuzey Arnavutluk’taki aşiretleri yönetmek için çıkardığı kanuna dayandırılıyor. Ama ‘Besa’nın çok daha eski bir gelenek olduğunu, kanunun sadece bunu yazılı hale getirdiğini söyleyenler az değil. Kanunda yazılı cümlelerden biri buymuş: “Bir ev, sahibinden önce Tanrı’nın misafirinindir.”

Kosova Savaşı, Arnavutların karşılaştığı en büyük kriz olsa da, bu sorun ne ilkti ne de son olacağa benziyor. Fakat kimsenin pek bilmediği bir şey var; II. Dünya Savaşı’nda, Yahudileri gizleyen ve hayatta kalmalarını sağlayan tek Avrupa ülkesi Arnavutluk olmuş. Kendi içindeki Yahudileri koruduğu gibi, çevre ülkelerden gelen 2 binden fazla Yahudi’ye kucak aşmış, İtalyan faşistlerinin ve Alman Nazilerinin baskısına rağmen, onları teslim etmeyi reddetmişti. Törelere göre böyle bir şey, ev sahibine sadece utanç getirmez, aynı zamanda kanı yerde bırakmama sorumluluğu yükler.

Arnavutluk bu kez de Ortadoğu’dan gelen mültecilere Besa geleneğini uyguluyor. Yüzlerce İranlı mültecinin yanı sıra, Suriyeli mültecilere de kapılarını açtı. Başbakan Edi Rama, Arnavutluk’ta yaşayan 500 bin Kosovalıyı örnek göstererek, AB’nin mülteciler konusunda çok daha fazla şey yapması gerektiğini söyledi.

Bütün bunlara rağmen mütevazı Arnavutların bu kadar insana yaptığı bu büyük hizmet görülmüyor. Dünyanın her yerinde, mültecilerin sınır kapılarından geri çevrildiği bu dönemlerde, bu küçük ve yoksul Balkan ülkesinin onlara kucak açmasından öğrenilecek çok şey var.

(Sara YANAROCA / ŞALOM)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder