- Doç.
Dr. Mehmet Ö. Alkan Cihan Harbi’nin yüzüncü yılında imparatorluğun değeri unutulan
birikimlerini HABERTÜRK’e anlattı. Balkan Savaşı’nın aslında Balkan
Müslümanları açısından tam bir felaket olduğunu belirten Alkan, milyonlarca
insanın sırf Müslüman oldukları için gadre uğradığını belirtti. Savaşla
birlikte İstanbul’a doğru hareket eden bu insanların bir kısmının bulundukları
yerde, bir kısmının yolda, bir kısmı da salgın hastalıklar sonucu öldüğünü
belirten Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan ‘’ Sağ kalanlar perişan halde İstanbul’a
gelmek zorunda kaldılar 1912, 1913 yıllarında. Onların başına gelenler sadece
Müslüman oldukları içindi. Hepsi Müslüman’dı ama etnik kökenleri farklıydı.
Arnavut’u, Pomak’ı, Makedon’u, Torbeş’i, Kosova’dan Goralı’sı, Saraybosna’dan
Boşnak’ı geldi. İçlerinde elbette Türkler de vardı. Balkan Savaşı
milliyetçiliğin geri dönülmez bir biçimde yürürlüğe girdiğinin de işaretiydi.
Bu noktada, gayriresmi olarak İttihat Terakki de bir Türklük kimliği yaratmaya
başladı. Dönemin ders kitaplarında ilk defa bir asker resminin altında “Osmanlı
askeri” değil de “Türk askeri” yazıyor.
Ondokuzuncu yüzyılın sonunda dünya, eski toplumların
sonunu çoktan getirmişti. Çok milletli imparatorluklar, aşırı milliyetçilik
akımlarıyla sarsılmış, I. Dünya Savaşı’yla da tarihe karışmışlardı. Kanadalı
tarihçi Margaret MacMillan’a göre 1914’te başlayan savaş, asırlık bir barışı da
sonlandırmıştı. 1918’den sonra ise dünya haritası yeniden çizildi. Cihan Harbigaliplerinin
Paris Konferansı’nda verdikleri ihmalkâr kararlar, kesip biçerek çizdikleri
yeni sınırlar, geriye bir türlü tedavi edilemeyen yaralarla bezeli bir dünya
bıraktı. Çin, Japonya, Afrika ve Amerika’ya da ağır faturaları oldu.
Ortadoğu’yu dinamitledi. Ve elbetteOsmanlı İmparatorluğu’nun
sonuydu. Pek çok tarihçi savaş olmasaydı dahi Balkanlar’dan Kafkaslar’a,
Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan muazzam bir coğrafyada Osmanlı İmparatorluğu’nun
daha fazla ayakta kalamayacağı konusunda hemfikir. Türkiye’nin en önemli
tarihçilerinden, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim ÜyesiDoç. Dr. Mehmet Ö. Alkan da milliyetçilik akımlarının
imparatorluğa verdiği tahribatın altını çiziyor. Alkan, Tanzimat’la başlayan Osmanlı milliyetçiliğinin,
imparatorluğun sonuna dek yürürlükte kaldığını, hele ki koskoca bir coğrafyada,
değişik din ve mezheplerden, toplamda 24 farklı etnisiteden mebusun toplandığı Osmanlı Parlamentosu’nun
kaçırılmış büyük bir fırsat olduğunu söylüyor. “Bir tarihçi ve bu ülkede
yaşayan bir insan olarak ‘keşke olmasaydı’ dediğim şeyler var” diyor. Alkan’la
I. Dünya Savaşı’nın 100’üncü yıldönümünde, Osmanlı İmparatorluğu’nun
unutulan demokrasi tecrübesinin
izlerini sürdük.
■
I. Dünya Savaşı kaçınılmaz mıydı?
Başka seçenek yokmuş demek ki... Dolayısıyla olan da Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanıp dağılması... Savaşın çıkmasının üzerinden 100 yıl geçti.
İmparatorluğun bıraktığı coğrafyanın sorunlarının bitmediğini görüyoruz.
■ Çok
uluslu bir meşruti monarşiden geçmiş, kozmopolit bir anayasal yapı kurabilmiş Osmanlı
Devleti, AB benzeri farklı ulusların demokratik haklara sahip olduğu bir yapıya
ulaşabilir miydi?
Ulaşamadı. Ulaşamadığı için de parçalandı ve içinden
Türkiye Cumhuriyeti çıktı. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı
imparatorlukların çoğunda farklı etnik, dini, mezhebe dayalı unsurları
birleştirecek ve o kimliklerin üzerinde bir şemsiye, birleştirici bir çimento
görevi görecek bir kimlik arayışı var. Çok klasik bir üçlemedir Yusuf
Akçura’dan beri: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük... Aslında bu her 3’ü de
milliyetçilik. Bugünden geriye baktığımızda Osmanlıcılığı
bir politika zannediyoruz. Hayır. Osmanlıcılık
bugün bildiğimiz anlamda bir milliyetçiliğin ismi: Osmanlı milliyetçiliği.
‘ASIL
FIRSATI 1878’DE KAYBETTİK’
■ Neden
böyle bir kimlik arayışındalar, bir birleştirici kavram peşindeler?
Tanzimat döneminde çıktı Osmanlıcılık.
II. Mahmut, Abdülmecid ve Tanzimat paşaları, Mustafa Reşid Paşa, Halid Paşa,
Fuat Paşa döneminde... Bugün anladığımız anlamda millet yok Osmanlı’da.
Onlar dini cemaat. Dini cemaatten ulus anlamında milli cemaate geçtiler.
Tanzimat yöneticilerinin hepsi şunun farkında: Milliyetçilik diye bir akım var.
Bu; altyapı-üstyapı, maddimanevi yeni bir şekillendirmeye sebep oluyor. Bunun
en önemli yanı ayrılıkçı hareketler. Yani kendi kimliğini şekillendiren unsur,
o milliyetçiliğini ifade edip kendine ait bir siyasal yönetim kurma peşinde; bu
da bağımsızlık, imparatorluktan kopma demek. Bunu önlemenin yolu, etnik ve dini
kimliklerin üzerinde bir siyasi kimlik kurmak. Aslında Tanzimat’la başlayan Osmanlı milliyetçiliği,
imparatorluğun sonuna kadar resmi olarak devam etti. Anayasa’ya bile girdi.
Etnik, dini kökeni ne olursa olsun Osmanlıcoğrafyasında
yaşayan herkes Osmanlı’ydı. 1856’da Müslümanlarla gayrimüslimlere dini
eşitlik geldi; 1876 Anayasası’yla da hukuki eşitlik...
■ Ve
24 farklı etnisiteden oluşan bir Osmanlı parlamentosu...
Aslında 1876 Anayasası, yani Kanun-i Esasi ve ilk Osmanlı parlamentosu,
yani Meclis-i Umumi’ye baktığımda çok büyük bir fırsat görüyorum ben.
Kaçırılmış bir fırsat aslında... Bir tarihçi ve bu ülkede yaşayan bir insan
olarak “Ah keşke devam etseydi” dediğim olguların başında birinci meclis
(1877-1878) gelir. Çünkü o meclisteki temsil yeteneği çağdaşlarına göre daha
yüksek. 1876 Anayasası’na göre Osmanlı Devleti’nin
resmi dini İslam. Ama meclisin kompozisyonuna baktığımızda neredeyse 3’te 1’i gayrimüslim.
Yani çok renkli... 115 mebus seçildi; 46’sı gayrimüslim, 69’u Müslüman
mebuslardan oluşuyordu.
■
Bu çok unsurlu yapı, Osmanlı milliyetçiliğinin zaferiydi yani...
Beni şu şaşırtıyor hâlâ: 1877 yılının meclisi Osmanlı İmparatorluğu’nun
sorunlarını algılamış, anlamış ve üstelik demokratik yöntemlerle çözüme yönelik
önlemler alıyor. Örneğin basın konusunda mecliste hakikaten dönemine göre çok
ileri, demokratik bir kanun tartışması yapıyor. Veya yerelin sorunlarını
çözmeye yönelik bir belediye kanunu üzerine çalıştıklarını görüyorsunuz.
Hazırladıkları seçim kanununa bakıyorsunuz. Aynı şey... Daha ilgincini söyleyeyim;
Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan ediyor. Bu sırada Osmanlı meclisinde
gayrimüslim mebuslar var. En çok onlar itiraz ediyorlar. “Kim bu Rusya? Nasıl
yapabiliyor bunu? Rusya hangi hakla bizim haklarımızı dünyaya duyurmak üzere
buraya gelir? Biz kendimizi duyurabiliyoruz, bizim meclisimiz var” gibi...
Dolayısıyla, asıl büyük fırsatı imparatorluğun sona erdiği dönemde değil
18771878 meclisinin kapatılmasıyla kaybettik.
■ O
da 93 Harbi’yle oldu.
14 Şubat 1878’de Abdülhamid meclisi feshetti. Osmanlı çok
ağır bir yenilgi aldı. Bu ağır yenilginin hesabının sorulacağı anlaşılınca
-çünkü meclis o hesabın sorulacağı yerlerden biriydiAbdülhamid ve dönemin
yöneticileri hesap vermek istemediler. Meclis kapatıldı ve mebusların
memleketlerine dönmeleri istendi. Ama meclis açık kalsaydı başka türlü bir
tarih nasıl yazılırdı; çok değişkenli bir beyin jimnastiğinden başka bir şey
değil bu.
Her toplumsal hareket kendi doğup büyüdüğü
coğrafyasının hem entelektüel hem maddi koşullarından etkileniyor. 19. yüzyılın
son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda bir şehirleşme başlamış. Bu
şehirleşmenin bir eseri olarak eskiden kompartımanlar halinde, farklı
mahallelerde yaşayan dini cemaatler kaynaşmaya başlamışlar. Yeni bir kent, yeni
bir burjuva kültürü ortaya çıkmış. Tabii ki Batı’daki kadar güçlü değil. Ama
sonuçta ortaya yeni bir şehir kültürü kimyası çıkıyor. Bu, özellikle ve en
başta İstanbul’da oluşan bir kent kültürü. Öyle bir kültür ki bu; İstanbul’dan
Yunanistan’a giden Rum Yunanistan’ı küçümser, “Ben İstanbulluyum” diye. Çünkü
İstanbul, ona üst kültür, Yunanistan alt kültür gelir. İstanbul’dan İsrail’e
giden bir Yahudi, İsrail’i; Arabistan’a giden Müslüman, Arap coğrafyasını
küçümser. Aynı şekilde İstanbul’dan Erivan’a giden Ermeni, İstanbullu olduğunu
söyleyerek ve düşünerek Erivan’ı küçümser. Çünkü İstanbul’da, Osmanlı başkentinde
özellikle Tanzimat’la ve 1856’da dini eşitliğin gelmesiyle yaratılan ortak bir
üst rafine şehir kültürü var.
■ Bu
kültür, sanata, yani hayata da yansıyor.
Tiyatroya yansıyor; Güllü Agop’u biliyoruz. Basına
yansıyor; özellikle Rum matbaacılığı... Kültür hayatına, resme yansıyor. Bugün
İstanbul’u süsleyen Mimar Sinan camiileri ve sonraki camiiler hariç, yapılan
binaların çoğu Tanzimat’tan sonraki ve çoğu Osmanlı Ermeni’si
Balyan ve Dadyan Ailesi ya da bir Levanten olan Alexandre Vallaury gibi
isimlerin eserleri... Dolayısıyla bu kıpırdanmaya başlayan, kozmopolit şehir kültürünü
görebiliyoruz. Fakat iki konu bunu dağıttı. Bir tanesi milliyetçilik; yeni
kültürel kimyayı tarumar etti özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra. İkincisi, Osmanlı Devleti’nin
güvenlik algısı. Çünkü, 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı’nda Yeşilköy’e Rus ordusunun gelmesi büyük bir travma. Ardından
parlamentonun kapanması ve 30 yıllık bir istibdat parantezi...
■ Yarım
asır bile sürmeyen kozmopolit ‘kıpırdanma’ müthiş bereketli olmuş.
Şunu da unutmamak lazım ki; II. Abdülhamid döneminde Osmanlı tarihinin
gördüğü en yoğun modernleşme yaşandı. Burada muhafazakâr bir modernleşme var.
Tanzimat’la başlayan dönüşümü, kimyayı devam ettiren de bir dönem. Mesela
Sultanahmet’te bugün Arkeoloji Müzesi olarak kullanılan Alexandre Vallaury’nin
Asarı Atika Müzesi veya eski Haydarpaşa Tıp Fakültesi, şimdi Marmara Üniversitesi
binası olarak kullanılan o müthiş bina... Bu rüzgârın devam ettiğini görüyoruz.
O rüzgâr mimari anlamında II. Meşrutiyet’te de, hatta Cumhuriyet’in başına
kadar devam edecek... Bugünkü karmaşa içinde farkında değiliz ama Eminönü ve
Sirkeci anıt binalarla dolu. Ama işgal ve tabela tahribatı altındalar.
‘DÖNEMİN
İNSANLARI SORUNLARINI PARLAMENTODA ÇÖZMEK İSTEDİ’
■ İstibdat
altındaki modernleşmeden dünya savaşına ve dolayısıyla imparatorluğun sonuna
geliyoruz.
Abdülhamid döneminde Jön Türk hareketi çıktı.
İttihat Terakki’nin yola çıkışında şöyle bir mantığı vardı: “Osmanlı istibdat
altında. Böyle giderse devlet çökecek. Bunu ayakta ve bir arada tutmak
zorundayız. Peki nasıl?” İttihat Terakki’nin kurucularına veya çıkardığı Osmanlı adlı
gazetenin yazarlarına baktığımızda değişik etnik ve dini kökenlerden insanlar
görüyoruz. Bir numaralı kurucusu İbrahim Temo, Arnavut. Bir diğeri Katolik
Arap, bir diğeri Kürt, bir diğeri Müslüman Türk, bir diğeri Rum... O
kozmopolitliğin mesajını alıyoruz buradan: “Biz farklı kökenlerden gelen
insanlarız. Ne istiyoruz? Anayasa...” Millet nasıl bir arada kalabilir diye
bakıyorlar. “Bir, Anayasa ve temel hak ve özgürlüklerin ilanıyla devletin
sınırlandırılması ve istibdadın önlenmesi... İki, herkesin fikrinin, sosyal
sınıfının iyi kötü temsil edildiği bir parlamentonun oluşması.”
■ II.
Meşrutiyet’e kadar sürekli bunun mücadelesi mi verildi?
İttihat ve Terakki çok merkezli, çok liderli ve
kesintili bir harekettir. Son büyük dalga 1905-1907 arasında geldi ve istibdada
son verdi. 23 Temmuz 1908’in literatürdeki adı “İlan-ı Hürriyet”, yani
hürriyetin ilanı... II. Meşrutiyet başlamış, Anayasa yeniden yürürlüğe girmiş
ve 5-6 ay sonra seçimler yapılıp yeni parlamento açılmış. O parlamentoda da
Rum, Ermeni, Arnavut, Kürt, Çerkes gibi çok değişik etnik, dini kökenlerden
mebuslar var. Ve örneğin Rumlar ve Ermeniler 1908 seçimlerinde nüfusları
oranlarında temsil edilmedikleri için memnun değiller. Bir açıdan “Tamam
temsilcileri varmış, daha ne istiyorlar” diye düşünebilirsiniz. Ama bu bana
başka bir gösterge oluşturuyor: Demokrasitalep
eden bir coğrafyadan söz ediyoruz. Yani o dönemin insanları, aydınları
sorunlarını parlamento ve Anayasa aracılığıyla çözmek istiyor ve buna önem
veriyor. Dolayısıyla, II. Meşrutiyet böyle bir “iyi niyetli” girişimin de
başlangıcı. Fakat çok çabuk 1909 gibi bir tarihte hüsrana uğruyor. Akla ilk 31
Mart olayları gelir ancak 1909’da aynı zamanda bir Ermeni felaketi yaşanmıştır.
Bu Ermeni milliyetçilerinin açtığı bir problemdir; fakat müthiş bir felaketle
sonuçlanmıştır: Adana’daki Ermeni katliamıyla... İttihat ve Terakki söz verdiği
halde bu konuda üzerine düşeni yapmadı, failleri bulmadı. Zaten bir anlamda
18951896’da ve 1909’da adeta 1915’in provası olmuş oldu.
■ Peki
ya 1909’dan 1914’e?
1909’dan sonra artık bir konuda şöyle ikili bir
arayış başladı: “Unsurlarınmilliyetlerin birliğini, yani ‘ittihad-ı anasır’ı
nasıl sağlarız?Anayasa’yla ve parlamentoyla sağlayabiliriz ama bir üst kimlik
lazım.” Bu, Osmanlı kimliği olarak bir türlü inşa edilemiyor. Çünkü,
milliyetçilik artık devreye girmiş, herkes etnik kimliğini siyasi bir kimlik
olarak ifade etmek derdinde. Yani, Ermeniliğini ifade ederken, Ermeni olmaktan
kaynaklanan bir yönetim, temsil veya kolluk kuvveti hakkı gibi bir talepte de
bulunuyor. O dönemdeki milliyetçiliklere baktığımızda “Ermeniler, Rumlar,
Yahudiler şunları istiyordu” diye bir genelleme yapamayız. Bir kısmı tamamen Osmanlı kimliği
altında yaşamaları gerektiğini düşünüyor. Bir başka grup, özerklik yanlısı.
“Etnik ve dini kimliğimizin önemi var ama bu Osmanlı’dan
ayrılacak kadar önemli değil” diyorlar, temsil hakkı istiyorlar. Üçüncü grupsa,
ayrı bir yapı kurmak istiyor. 1908, 1912 ve hatta 1914 meclislerinde bu farklı
görüşlerin ifade edildiğini, karşılık bulduğunu görüyoruz. bir I Bugün Osmanlıcılık
Türkiye’nin izlemesine yumuşak konuda siz ne Bence İmparatorluğu’nun anlamı
çıkmıyor. Dışişleri Bakanı inanmıyor eski imparatorluk bir düzen Türkiye
algısını etmekse, o alıyor. Modern ettiği bir ve geleceğe uzun süre kendi
tarihinden İmparatorluğu’nu kabul edecek sınırlar içinde I Sevr Anlaşması Sevr Osmanlı imzalandı.
Ama gerçekte hükmü dönüştü. Atatürk ve milli meclis muhatabıysa hükümetti. Ve
oluşum Sevr’in reddetti. Bu de başarılı yeni bir aktörün I I. Dünya Anadolu’yu
düştüler... İtalyanlar, muhasebe yaptıkları Adriyatik’te ‘ABD dünyaya daha az
karışacak’ I Bugünlerde konuşulan bir diğer konuysa ABD’nin değişen dış
stratejisi ve bunun neticesinde Ortadoğu’daki yeni rolü. ABD bölgeden çekiliyor
mu? Amerikan kamuoyu dış politikaya ve orduya büyük kaynaklar aktarılmasından
artık usandı. Amerika’da içeriyle ilgilenip dış dünyayı kendi haline bırakma
fikri her zaman ilgi görmüştür. Bu görüş bugün çok revaçta. Amerika’nın dünyaya
daha az karıştığı bir gelecek bizi bekliyor. çalıştım. I “Barışı sonlandıran
savaş”la ne demek istiyorsunuz? Her savaş barışı bitirmez mi? 1815’ten 1914’e
dek Avrupa, birkaç olay dışında bir asırdır uzun bir barış içindeydi. 1914’te
başlayan savaş bu barışın sonunu getirdi. Ama o savaş da ortalığı yatıştırmadı
ve sonrasında yeni savaşlar doğurdu. Ortadoğu’da 1920’li yıllarda yaşanan daha
ufak çaplı savaşların ve elbette II. Dünya Savaşı’nın yolunu açtı. Ardından
Soğuk Savaş başladı. Bence 20’nci yüzyıldaki pek çok huzursuzluğun ve sorunun
nedeni I. Dünya Savaşı’ydı. I 1916-1922 arası İngiltere Başbakanı olan Lloyd
George, büyük büyükbabanız. Paris’te alınan, bahsettiğiniz pek çok karardan
sorumlu. Onunla ilgili ilginç anekdotlarınız var mı? Ben doğduktan bir yıl
sonra öldü. Onunla ilgili bildiklerimi herkes gibi tarih kitaplarından
öğrendim. İtilaf Devletleri ve müttefikleri İttifak Devletleri Tarafsız
devletler Paris Konferansı’na katılan ülkelerin I. Dünya Savaşı’ndaki konumu 1
Aralık 2013 Margaret MacMillan’ın kitabı uzun süre çok satanlar listesinde
zirvedeydi.
‘CİHAN HARBİ SON
CİHADDIR’
■ Arada
bir de Balkan Harbi var...
Balkan Savaşı aslında Balkan Müslümanları açısından
tam bir felaket oldu. Milyonlarca insan sırf Müslüman oldukları için gadre
uğradı, İstanbul’a doğru hareket etti. Bir kısmı bulundukları yerde
öldürüldüler. Bir kısmı yolda öldü. Bir kısmı salgın hastalıkla... Perişan
halde İstanbul’a gelmek zorunda kaldılar 1912, 1913 yıllarında. Onların başına
gelenler sadece Müslüman oldukları içindi. Hepsi Müslüman’dı ama etnik
kökenleri farklıydı. Arnavut’u, Pomak’ı, Makedon’u, Torbeş’i, Kosova’dan
Goralı’sı, Saraybosna’dan Boşnak’ı geldi. İçlerinde elbette Türkler de vardı.
Balkan Savaşı milliyetçiliğin geri dönülmez bir biçimde yürürlüğe girdiğinin de
işaretiydi. Bu noktada, gayriresmi olarak İttihat Terakki de bir Türklük
kimliği yaratmaya başladı. Dönemin ders kitaplarında ilk defa bir asker
resminin altında “Osmanlı askeri” değil de “Türk askeri” yazıyor.
■ Bir
Türk kimliği inşa etmek gibi bir alternatif oluşmuş.
Fakat, kime Türk denecek? O ayrı bir kimlik inşası
süreci ki İttihat Terakki onu beceremedi. Onu beceren Cumhuriyet oldu. Etnik
kökenleri tahrip ederek, bir örnek, homojen, yeni bir yurttaş yaratmak
1930’ların projesiydi. Bunun sıkıntıları günümüzde de çekiliyor. İttihat
Terakki açısından açmaz olan nokta şuydu: İttihat Terakki göreli olarak laik
bir parti. Hatta, I. Dünya Savaşı çıkmasa, 1924 ve sonrası Cumhuriyet Halk
Partisi’nin militan laikliğini muhtemelen İttihat Terakki hayata geçirecekti.
■ Ama
geçiremedi...
Bunu bir sebepten yapamadı. Balkan Savaşı İttihat
Terakki’ye şunu gösterdi: “Kitleyi nasıl mobilize edeceksiniz? Kitleyi savaşa
nasıl yüreklendirecek ve yönlendireceksiniz?” Onun cevabı dinde, İslam’da
yatıyor. Balkan Savaşları’nda bu durum açıkça ortaya çıktı. O sırada bir milli
kimlik için ölmeye kimse yanaşmaz ama dini kimlik için ölmeye yanaşır; yani
Müslüman olduğu için.
■ “Osmanlı
için ölmezler ama İslamiyet için ölürler” diye mi düşündüler?
Evet. Çünkü İslam inancıyla ona şehadet, şehitlik ve
öbür dünyada çok ayrıcalıklı bir yer vaat etmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla,
İslam’ın seferber edici bir yanı var. İkincisi, değişik etnik kökenlerden gelen
insanları birleştirici bir yanı var. İttihat Terakki, kurucularının bir
kısmının ateist olmasına, Fransa’nın laiklik politikalarından etkilenmelerine
rağmen pratikte İslamiyet’i hep kullandı. I. Dünya Savaşı son büyük cihaddır.
Ve resmi cihaddır. İttihat Terakki, o cihadı dünyaya ilân eden partidir.
■ I.
Dünya Savaşı’yla Osmanlı demokrasi deneyimi
ve bu birikim tedavülden kalktı mı?
Tanzimat’la beraber ortaya çıkan şehir kültürünün
bütün unsurlarını biz kaybettik. Cumhuriyet’e geldiğimizde, hele hele
mübadeleyle Rumların da gitmesinden sonra zaten Türkiye’de yaşayan azınlıkların
sayısı çok çok azdı. Onlar da seslerini çıkaramazdı. Artık Türk milliyetçiliği
yürürlüğe girmişti. O Türk milliyetçiliği herkesi bir örnek, homojen bir
yurttaş haline getirmek derdindeydi.
RUSYA,
MİLLİYETÇİLİĞİN GAZABINDAN KURTULABİLDİ
■ 19.
yüzyılın azgın milliyetçiliğinden sıyrılmayı başarabilen oldu mu?
Bütün imparatorluklar dağılırken bu çatırdamadan
ideolojik ve idari olarak kendini kurtaran Çarlık Rusya’sı oldu. Çarlık
Rusya’sında sosyalizmin ortaya çıkması -belki beklenen kadar başarılı ve
barışçı olmadı amaaslında bir üst birleştirici kimlik ve şemsiyeydi. Milliyetçiliğin
tahrip edici doğasını gemlemeye, milliyetçiliğin kimlik veren yanını
şekillendirmeye yönelik bir şemsiyeydi. “Azeri, Gürcü, Ermeni, Kazak ya da Rus
olabilirsiniz ama etnik, dini kökeniniz ne olursa olsun hepimiz sosyalistiz.
Sovyetler aracılığıyla, işçisinden köylüsüne herkesin katılımıyla biz bu
coğrafyayı yöneteceğiz. Sosyalizm hepimizi birleştiren ortak bir payda...” Bunu
1917 Ekim Devrimi başardı.
■ Osmanlı’da
niye olmadı?
Burada onu yaratacak ekonomik ve siyasi birikim
yoktu. Bir güçsüzlük vardı. Rusya, o dönemde hem entelektüel hem sanat hem
bilim olarak baktığınızda Osmanlı’dan gayet ileriydi. O sırada iki tane slogan
var. Biri, izleyen dönemde kapitalizmin simgesi olacak ABD; diğeri, sosyalizmin
simgesi olacak Sovyetler Birliği’nden. Wilson Prensipleri, “Ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı” der. Lenin, “Halkların kendi kaderini tayin hakkı”
diyor. İnsanların hangi kimlikle, hangi ortak paydayla bir arada yaşayacağının
cevabını sosyalizm ayrı, kapitalizm ayrı verdi.
■ İmparatorluktan
milli devlete devrolan sorunlar nedir?
Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkarttığı
sorunların rüzgârını ve sıcaklığını hâlâ yaşıyoruz. İsrail’in kurulması,
Filistin’e yapılan büyük haksızlık, Suriye’nin ve Irak’ın sınırları...
İkincisi, Ermeni meselesi. Üzerine konuşamadığımız, tartışamadığımız ama
sonuçta 500 bin üzerindeki sayıyı izah edemediğimiz yani büyük felaketi örtbas
edemeyecek bir trajediyle karşı karşıyayız. Bir başka konu Kürt meselesi oldu.
olacak’ dönemindeki çekiyor. ekonomik Rusya’da ve benzeri sorun o güce petrol
Rusya’da bir ki etkin bir buluyor musunuz? Evet, bu hareket değişim yarattı.
Halklar, yöneticilerinin hareket alanını yeniden tanımladı. Sonucu ne olursa
olsun Arap Baharı’ndan önceki hale geri dönülmeyecek. I İran’ın değişen rolü hakkında
ne düşünüyorsunuz? İran ilginç bir dönemden geçiyor. Ruhani İran’ı değiştirmek
istiyor. Bize de bu değişimden umutlu olmak düşüyor. I Türkiye’yi bütün bu
değişim, dönüşüm sürecinin neresinde görüyorsunuz? Ortadoğu’da ne yaşanırsa
yaşansın, Türkiye büyük bir ülke ve Ortadoğu’yu kargaşadan uzaklaştıracak
istikrar da ancak Türkiye’de mevcut.
GENÇLİK
BAYRAMLARI I. DÜNYA SAVAŞI’NDAN MİRAS
‘İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devrolan olgulardan
biri de bayramlar! I. Dünya Savaşı gösterdi ki ne kadar çok askeriniz ölmeye
hazırsa, gücünüz o kadar artıyor. Kitle imha silahlarının icat edilmesinin
sebebi de bu... Ordunuzun kalabalık olması için ergenlikten itibaren çok geniş
bir kitleyi savaşa hazır hale getirmeniz gerekiyor. O yüzden İngiltere, Fransa,
Almanya, Rusya ve Osmanlı’da dünya tarihinde ilk defa gençler hiç olmadığı bir
şekilde önem kazanıyor. İzcilik ortaya çıkıyor mesela. İzcilik aracılığıyla
gençliğe çok erken yaşlardan itibaren yarı militer bir askerlik eğitimi
veriliyor. Komutlara alıştırılıyorlar. Osmanlı’da I. Dünya Savaşı’ndan önce
Türk Gücü Cemiyeti, Osmanlı Güç Dernekleri, Osmanlı Genç Dernekleri ve onun
altında da Gürbüz Dernekleri, Dinç Dernekleri var. Bu organizasyonlara bütün
gençlik zorunlu olarak katılıyor. Diyelim, Osmanlı Güç Dernekleri’ne girdiniz.
Sizi muhakkak poligona götürüyorlar. Sancak kapmaca, esir almaca gibi
militaristik oyunlar oynatıyorlar. Böyle bir hazırlık beraberinde komutla
hareket eden bir gösterinin başlamasına sebep oluyor. Onun adı da “Osmanlı
İdman Bayramı”. 1916’da, Osmanlı Güç Dernekleri’nin başındaki Alman Von Hoff
Paşa’nın da etkisiyle ilk defa İstanbul Kadıköy’de Papazın Çayırı İttihat
Kulübü’nde öğretmen okulu öğrencileriyle başlayan bir bayram bu. 1936-38’den
sonra biz bunu Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlamaya başladık. Ama bunun
icadı, gençliğin militarize edilmesi, komutlarla hareket ettirilmesi bile I.
Dünya Savaşı’na dayanıyor. Buradan Cumhuriyet’e devroluyor.’
http://www.haberturk.com/yasam/haber/978644-osmanli-demokrasi-talep-eden-bir-cografyaydi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder